Senelerdir “on parmağında on marifet” olarak bildiğimiz Tayfun Talipoğlu, kendisini nasıl tanımlar?
Aslında ona on parmağında on marifet demeyelim bence… Ben kendimi var olan yeteneklerini değerlendirmeye çalışan birisi olarak değerlendiriyorum. Ne derece başarılı oluyorum bu tartışılır elbette. Mesela ben iyi bir müzisyen olacağımı da düşünüyordum ancak gazetecilik işin içine girince müzisyenlik yarıda kaldı. Çünkü hepsini birden olmak isteyince hiç bir şey olamıyorsunuz. Aynı sevdalardaki gibi. Hepsi olsun isterken sonunda hiçbir şeyi elde edemediğinizi görüyorsunuz. Ben kendimi kısaca, tüm yeteneklerini kendince kullanmaya çalışan âcizane bir adam olarak nitelendiriyorum.
Peki ya yollara revan olma hikayeniz? Tabir-i caizse Evliya Çelebi olmanızdan bahseder misiniz?
Bazen insan kendi kaderini kendi belirliyormuş gibi görünür aslında. Ben memur çocuğuyum. Memur çocukları çok yerlerinde oturan, durduğu yerde duran çocuklar değildirler. Yani bir okula başladıklarında, bitirişleri başka bir okulda başka bir şehirde olur. Değişik insanlar görerek, diğer insanlara göre daha çok sosyalleşirler. Yola gitmekten korkmazlar. Bizim insanımız için aslında yol korkutucudur, ürkütücüdür. Yeni bir şehir, yeni bir ortam alışmak; yeni insanlarla olma fikri ürkütücüdür, çok cazip gelmiyor insanlara. Bizim gibi insanlar bu korkuyu yeniyor. Evet yol var, farklılık var ama bu korku değil heyecan yaratıyor. Bu nedenle bulunduğum ortama çok çabuk adapte olurum. Milliyet'teyken Anadolu’dan Haberler’e başlayışımın ardından, televizyonculukta başbakanlık muhabirliği zamanlarında dönemin başbakanı Turgut ÖZAL'la gezerken bu ülkenin arka sokaklarında daha güzel hayatların daha güzel insanların olduğunu fark ettim. O mitinge gelip şak şak yapanlar değillerdi o güzel insanlar. Üreten insanlar arka sokaklardaydı ve ben o arka sokakları, arka mahalleleri, arka köyleri sevdim hep. Geride kalanları sevdim. Çünkü orda doğallık vardı hep, orda insanlar seviyorlarsa sevdiklerini doğru dürüst söylüyorlardı. “Buradan bir ekmek çıkar mı?” peşindelerdi. Başka amaçları yoktu. Bütün bunlarda gördüğüm, insanlarda samimiyet vardı. Ben de bir samimiyettim ki, aynı karşılığı aldım diye düşünüyorum. İster istemez yola bir kez revan olduğunuzda geri dönüşünüz olmuyor. Beni dört gün evde tutamazsınız mesela. Sıkılıyorum ve bütün projeler de bana bu yönde geliyor. Kimse bana “Gel masa başında çalış.” demiyor. Bu da benim hoşuma gidiyor. Allah beni ne yoldan ne de insanlardan ayırsın diyorum ben.
İşiniz oldukça sabır ve özveri gerektiriyor. Bu noktada başarınızın püf noktası nedir?
Valla ben buna tek bir şekilde cevap veriyorum. İnsanlar kendi olurlarsa her şeyi başarıyorlar. Kendiniz olacaksınız. Yani başkasını oynarsanız çok kısa dönem oynarsınız. Mesela bunu kendim için müzikte söyleyebiliyorum. O kadar çok Cem Karaca söylüyordum ki bir müddet sonra o parçayı Cem Karaca mı söylüyor ben mi söylüyorum kendim bile ayırt edemiyordum. Ama zaten aslı vardı adamın. Oysa Tayfun Talipoğlu “Yol Hikayaleri”nde kendiydi. Davranışlarında da kendiydi. Elbette ki imbikten süzülerek gelen bir ortam var ama bu ortamdan kendiniz bir şeyler ortaya koyuyorsunuz. Siz yaratıyorsunuz. Bu da sizin keyfiniz oluyor, siz doğuruyorsunuz onu. Onun için her işte başarının tek şartı insanın kendisi olmasıdır. İnsanlara bağırarak veya kaba kuvvetle otorite kuramazsınız ancak korkutursunuz. Korkutmaksa geçici bir duygudur. Korkan insan bir gün ya kaçar ya da korkularını yenip üzerinize saldırır. Sevginin temeli insanları korkutmamaktır diye düşünüyorum.
19 yıllık program geçmişi, arşınlanan onca kilometre, tanışılan yüzlerce insandan sonra Tayfun Talipoğlu nasıl değişti?
Bir kere şunda değişti. Bunu zaten ilk yıllarımda anladım ki insanlara karşı önyargılı olmaktan vazgeçeceksiniz. Güzel dostluklar kuracaksınız. Çünkü peşin yargılı olduğunuzda, mutlaka gerekli sevgiyi gösteremediğiniz gibi gerekli sevgiyi ve saygıyı da alamıyorsunuz. Bütün mesele o. Şöyle özetleyeyim; bir yere girdiğinizde peşin yargılardan arınırsanız çok güzel dostluklar kuruyorsunuz. Bu adamın siyasi düşüncesi ne, neden böyle düşünüyor, neden bunu yapıyor diye yargılamamak gerekiyor ki muhakkak hepsinin bir nedeni var zaten. Biraz daha detaycı olup, nedenlerini düşünürseniz aslında herkesin kendince haklı olduğunu görürsünüz. Ama bu bizim insanları değiştirme hakkımız olduğu anlamına gelmez. Gazeteciler sadece var olan durumu aktarırlar onun yorumunu yaparsınız ama değiştiremezsiniz. Gazeteci çözüm yeri değildir çünkü. Televizyon haberleri de öyle. Türkiye'deki en büyük yanlış da o. İnsanlar televizyonlardan, haber bültenlerinden, programlardan bir medet umuyorlar. Hayır, sonuç olarak hiç bir şey değişmiyor. İnsanlar sadece duymak istediklerini duydukları programlara güzel programlar diyorlar. Duymak istediklerini duymuyorlarsa onlar kötü programlar. Türkiye insanının algısı ne yazık ki bu. Herkes ne yazık ki kendince bir şey yaratmaya çalışıyor…
Sürekli yollarda olmanız, özel ilişkilerinizi nasıl etkiliyor?
Elbette ki bazen olumsuz etkiliyor ama bu çok az. Ben olduğum gibi bir adamım, yani herkes beni olduğum gibi kabul ediyor. Beni kimse 8:30 – 17:30 çalışan bir adam olarak bulmadı. Ben hep böyleydim, ben hep yoldaydım. Anadolu'da bir laf var, derler ki “Deve ile kardeş olanın kapısı geniş gerek.” Benim ki de o hesap. Eğer benim gibi bir adamla yaşıyorsanız ya da arkadaşsanız ya da ilişkiniz varsa alışacaksınız… :)
Gündeme dair düşüncelerinizi içten ve olduğunca paylaşıyorsunuz. Bu doğrultuda aldığınız olumlu ve olumsuz tepkilere yaklaşımlarınız ne yönde oluyor?
Normal eleştiriler çok hoşuma gidiyor. Bu insanların fikir jimnastiği bence. Mesela Twitter ortamında özellikle. Ben hiç kişilerle uğraşmadım, kişisel bir hedef belirlemedim. Binde birdir isim yazdığım. Ben olaylara dair bir şeyler yazarım ama insanlar şahsi saldırıda da bulunurlar. Beni o biraz sinirlendiriyor. Bir de insanlar bilmeden yazıyorlar, araştırmadan, körü körüne. Geçenlerde dangalağın biri “Sen TRT'den aldığın 100.000 TL ile...” ile başlayan bir şeyler yazmış. Keşke TRT'den 100.000 TL alsam da yazılsa mesela. Keşke bir belgeselci Türkiye'de 100.000 TL alsa. Yani üç şarkı söyleyen 150.000 TL alınca dokunmuyor da belgeselci alınca mı dokunacak. Keşke alsa, keşke alsam neden inkar edeyim. Emeğim bu benim. Ben evimde ortalama 51 gün kalıyorum. Kimin böyle zor bir işi var? Sen kalkıp bunu konuşma ama iş paraya gelince de konuşmasını bil. Türkiye'de de böyle bir grup var ayrıca “Kim ne kadar kazandı kardeşim? Aaaa bunun durumu kötü o zaman...”cılar. Bunlar küçük, üretmeyen, başkalarının ürettiklerine saldıran adam modelleri. Ben zaten Twitter'da yazıyorum. “Benim gibi düşünmeyen ama adam gibi konuşan herkese saygım vardır.'' Ama birisi küfrediyorsa geçmiş olsun…
Mesleğinizde babanızın ve şiirin yeri nedir?
Mesleğimde babamın ve şiirin yeri çok önemli… Yıllar geçtikçe, yaşınız ilerledikçe bunu daha iyi anlıyorsunuz üstelik. Çünkü ben babamın bana verdiğini evladıma vermiş sayılamam bu konuda. Babam için akşam sofraları çok önemliydi. Bakın bu memleketin aile düzeni böyle bozuldu. Birlikte yenen yemekler bence çok önemlidir. Bu birlikte yenen yemeklerde en büyük sosyal paylaşımlar gerçekleşir. Yani herkes odasına çekilip bilgisayarda paylaşmaz. Anne, baba, kardeş ya da kalabalık ailelerde anneanne, dede, hala, teyze, dayı, amca adı her neyse bir paylaşım vardır ortada. Bu paylaşım bence insan gelişiminde çok önemli bir noktadır. Babam da benim öyleydi. Babam, sırf kulak dolgunluğu olsun diye gazetelerde yer alan benim okumadığım anlamadığım yazıları bile okurdu. Çetin Altan'ı yedi-sekiz yaşında duyan kaç çocuk vardır bizim kuşakta? Benim için önemli ve hala da yazılarını çok severim o anlamda. Çünkü yaşama dair özellikle son dönemde müthiş bir dönem yaşıyor. Hani somut olaylara değil de nedenlerinin aslında çok farklı yerlere dayandığını ortaya koyan bir çizgisi var. Babam her şeyden önce bunları verdi bize.
Ben aslında şiir diye yola çıkmamıştım ama bir gün Yol Hikayesi Bam Teli’nin metinleri o kadar çok Nazım olmuş ki, hep bir manzum öykücü... Ben şairim demiyorum bu yüzden. Ben manzum öykücüyüm. Yaşananları manzum anlatıyorum ve sesim de bana yardımcı oluyor tabi.
Ona aslında insanın kendisi karar veremiyor çünkü insan kendine dair değerlendirmeler yaparken ister istemez bencil oluyor. Olumsuzlukları çok kabul etmiyor. Böyle olmasaydı da öyle olurdu noktası yani. Karl Max'in dediği gibi ''Eğer bir yerde bir şey olmuş yaşanmışsa öyle olması gerektiği için olmuştur.'' Bu insanı biraz daha rahatlatan bir durum aslına bakarsanız. Çünkü siz ne derseniz deyin o olması gerekiyorsa mutlaka oluyor.