Levent Bey Merhabalar; öncelikle bize zaman ayırıp röportaj talebimizi geri çevirmediğiniz için teşekkür ederiz. Biraz sizi tanıyabilir miyiz akademisyenliğe nasıl karar verdiniz? Bu süreç nasıl başladı?
Lisans eğitimimi Marmara Üniversitesi İktisat bölümünde 1991 yılında tamamladım, daha sonra Yüksek Lisans ve Doktoramı İngiltere’de Essex ve Kent Üniversitelerinde yaptım. 2000 yılında Türkiye’ye döndüm ve yaklaşık 15 yıldır Süleyman Demirel Üniversitesi İktisat bölümünde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktayım. Akademisyenlik mesleğinde kariyer yapma kararım ve hayatımın dönüm noktası, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Yurtdışı Burs sınavını kazanmamla başladı. Bildiğiniz üzere, ülkemizde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunlarının iş bulabileceği alanlar çok fazla, bu da bir ‘tercih’ yapmayı zorunlu kılıyor. Benim tercihim önemli ölçüde bir üniversite anıma dayanıyor. Üniversite 1. sınıfta okurken, bir derste hocamız sınıfa belirli konularda bir sunum yapmamızı istiyor ve ben de görev alıyorum. Okul bittikten sonra bazı yakın arkadaşlarımın mezuniyet yıllığına ‘O gün kürsüye çok yakıştın, seni kürsüde görmek istiyoruz.’ şeklinde yazılar yazdığını görüyorum. Bu küçük anı, kariyer için karar sürecimde önemli bir motivasyon kaynağı oluyor.
Türkiye’nin kendi kendine yeterliliğinin, kalkınmasının ve modernleşmesinin önündeki en önemli problemlerin temelinde yatan meseleler nelerdir sizce?
Pek çok kişi bu soruya farklı cevaplar verecektir. Bu soruya ekonomik, siyasi ve hukuki sorunlarımızı ön plana çıkartan cevaplar vermek mümkün. Ayrıca dışsal faktörlere ve Türkiye’nin coğrafi konumundan kaynaklanan etkenlere dayalı cevaplar da verilebilir. Ancak bana kalırsa en temel sorunumuz; ‘beşeri sermaye yetersizliği ve eğitim’. Temel sorun bu şekilde tanımlanınca, yapılması gereken önemli şeyler listesinin en başına, ‘bilgi, teknoloji ve Ar-Ge’ye dayalı yeni bir büyüme stratejisi oluşturmak’ hedefini koymak gerekiyor. Bu cevabımın gerisinde, ‘Çin, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkeleri güçlü kılan şey nedir?’ sorusu yatıyor. Bu ülkelerin de mutlaka siyasi, ekonomik ve coğrafi faktörlere dayalı sorunları vardır. Ancak onların temel politika öncelikleri ‘bilgi toplumu’ olduğu için, iktisadi ve sosyal gelişmişlik düzeyleri bizden daha iyi bir konumdadır. Yani, ben her yıl yüzlerce milyar dolarlık yabancı sermaye yatırımının bu ülkelere sadece düşük ücret seviyesi nedeniyle gittiğini düşünmüyorum. Bu ülkelerin beşeri sermaye ve eğitim alt yapısı sağlam olduğu için, gelişme potansiyellerinin Türkiye’den çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Böylesi bir yargıya varmamın temel sebebi, ülkelerin eğitim politikası ile rekabet güçleri ve kalkınmışlık düzeyleri arasında çok ciddi bir bağ olduğuna inanmam.
Türkiye ekonomisinin potansiyeli ve gücü göz önüne alındığında günümüzde uygulanan ekonomi politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye benzeri kurumsal alt yapısı henüz oturmamış ülkelerde, ekonomi politikalarının mevcut siyasi konjonktürden etkilenmemesi pek mümkün değil. Dolayısıyla, 2015 yılı itibarıyla mevcut siyasi belirsizliklerin uygulanacak ekonomi politikalarını ciddi ölçüde etkileyeceğini söylemek mümkün. Siyasi belirsizlikleri bir tarafa bırakarak, 2000 yılı sonrasında uygulanan ekonomi politikalarını ve bu politikaların sonuçlarını değerlendirmek daha doğru olacaktır.
2001 yılında yaşadığımız finansal krizin bugüne dek izlenen para ve maliye politikalarını önemli ölçüde etkilediğini söylemek mümkün. Ayrıca küresel ölçekte etkiler bırakan 2008 finansal krizi de ülkemizde uygulanan ekonomi politikalarını ciddi derecede etkilemiştir. Kısacası, son 15 yılda yaşanan iç ve dış şokların ülkemizdeki faiz ve döviz kuru gibi temel değişkenler kanalıyla Türkiye’nin ekonomi politikası tercihlerini etkilediğini söyleyebiliriz. Bu süreçte, başlangıçta fiyat istikrarına yönelik ‘enflasyon hedeflemesi’ adı verilen politikalara ağırlık verilirken, son dönemde ‘yüksek faiz-düşük kur’ olarak tanımlanan politika demeti yerini ‘düşük faiz-yüksek kur’ politikasına bırakmıştır. 2015 yılı itibarıyla, Türkiye’nin para ve maliye politikası tercihlerini belirleyecek en önemli dış faktörler, Yunanistan kanalıyla AB’de yaşanan finansal zorluklar ve belki de bundan daha önemlisi Çin’deki büyüme oranının giderek düşmesi olarak görülmekte. Bunları kısaca açıklamak gerekirse, AB’nin hala Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı olması nedeniyle, Yunanistan’ın borçlarının finansmanından kaynaklanacak gelir değişimlerinin ve avronun değerindeki dalgalanmaların Türkiye’yi de dolaylı yoldan etkileyeceğini ön görmek mümkün. Çin açısından bakıldığında ise, uzun dönemdir yıllık büyüme oranı yüzde 7 civarında olan Çin’de gözlenen ekonomik durgunluk ve yavaşlayan büyüme, küresel ölçekte talep daralması benzeri sorunları beraberinde getirebilir. Tüm bunlara ilave olarak, ABD Merkez Bankası konumundaki FED’in gelecek dönemde faiz oranlarını artıracağı yönünde oluşan beklentiler, Türkiye benzeri dış finansman ihtiyacı fazla olan gelişmekte olan ülkeler için ek riskler oluşturmakta. Sonuç olarak, bu küresel konjonktür içerisinde Türkiye’nin ekonomik yapısı en kırılgan ülkeler arasında gösterilmesi, önümüzdeki dönemde izlenecek ekonomi politikalarının karşılaşabileceği riskleri ortaya koymaktadır.
Tüm bu küresel riskleri bir tarafa bırakır ve iç siyasetten bağımsız bir değerlendirme yapmak istersek, karşımızda şöyle bir tablo duruyor. Bütçeden en fazla payı alan bakanlığın kâğıt üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı olmasına rağmen, temel politika olarak az önce değindiğim ‘bilim toplumu’ hedefine yönelik bir politika demeti uygulaması var mı diyerek bakmamız gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında, eğitim politikalarındaki karmaşanın sadece eğitim düzeyini düşürmekle kalmayıp, kalifiye işçi yetiştirilmesi, Ar-Ge harcamalarının artırılması, patent ve uluslararası makale sayısı gibi kriterlerde Türkiye’yi diğer ülkelerin gerisinde bıraktığını görmekteyiz.
Türkiye’nin ihracatında ileri teknoloji ürünlerinin payı sadece yüzde 3 civarında iken, Güney Kore ve Çin için bu değerin yüzde 20’lerde olması, ‘bilim toplumu’ hedefinden ne kadar uzakta olduğumuzu özetliyor. Ve keşke 2023 ihracat hedefini 500 milyar dolar gibi ‘niceliksel’ bir değer değil, ileri teknoloji ürünlerinin ihracattaki payını en az yüzde 10’a çıkartmak gibi ‘niteliksel’ bir hedef olarak koyabilseydik noktasına geliyoruz. Şimdi neden Türkiye’nin en temel sorununu ‘beşeri sermaye yetersizliği ve eğitim’ olarak gördüğüm daha netleşti sanırım.
Bizim için globalleşme zengin ülkelerdeki fakirliğin ve fakir ülkelerin daha da fakirleşmesi demek. Peki sizce gerçekten tüm sıkıntılarımızın sorumlusu globalleşme mi?
‘Globalleşme’ ya da ‘küreselleşme’ oldukça yaygın kullanılan bir kavram. Ancak çoğu zaman bu kavram her şeyi açıklayan ‘sihirli bir olgu’ ya da ‘klişe’ bir kavram konuma geliyor. Küreselleşme kavramının en fazla eleştirilen yönü, ülkelerarası gelir eşitsizliğini artırdığı konusunda. Buna konuda birkaç ilginç sayısal örnek vermek mümkün. Mesela günde 2 dolardan daha az ücretle yaşamak zorunda olan insan sayısının dünya ölçeğinde 3 milyar kişiye yaklaştığı söyleniyor. Ayrıca, dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’lik kısmının, en fakir yüzde 20’lik dilimden 86 kat daha zengin olduğu söyleniyor. Dünyadaki en zengin 85 kişinin mal varlığı toplamının, en yoksul 3,5 milyar kişinin mal varlığı toplamına eşit olduğu söyleniyor. Tüm bu sayısal örnekler küreselleşme sürecinde zenginin daha zengin, fakirin ise daha fakir konuma geldiğine işaret ediyor.
Ben bu soruna farklı bir açıdan bakmak istiyorum. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı düşünülen ülkelerarası gelir dağılımı uçurumu bir ‘sebep’ mi, yoksa ‘sonuç’ mu sorusunu sormak istiyorum. Bir ülkedeki kişi başına düşen milli gelir (KBMG), o ülkedeki emek verimliliğinin ve refah düzeyinin bir göstergesi olarak değerlendirilir. Şimdi şu soruyu soralım ‘en zengin ülkelerden biri olan Lüksemburg’da KBMG 110.000 doları aşmasına rağmen, Afrika’nın en fakir ülkelerinden olan Burundi ve Liberya’da KBMG neden sadece 500 dolar seviyesinde?’ Aradaki 220 katlık farkın sebebi sadece küreselleşme mi? Yoksa Lüksemburg ve ABD gibi ülkelerdeki firmalar çok fazla katma değere ve yüksek teknolojiye sahip ürünleri üretebilme ve diğer ülkelere ihraç edebilme yeteneğine sahip oldukları için mi kişi başına düşen gelirleri daha yüksek? Basit örnek vermek gerekirse, iphone6 isimli cep telefonunu geliştiren ABD’li Apple firmasının birim başına maliyeti sadece 200 dolar civarında iken, bu ürünün satış fiyatının ABD’de 600 dolar, Türkiye’de ise 1200 dolar civarında olması ne anlama geliyor? Cevap oldukça net; küresel ölçekte milyonlarca satış yapabilecek ve maliyetinin en az 3 katı fiyatla satılabilecek ürünleri geliştirebilme yeteneği ABD’li firmanın kâr, ABD’nin ise toplam milli gelir düzeyini belirliyor. Dolayısıyla, ben ülkeler arası gelir uçurumunu sadece küreselleşme olgusuna değil, ‘bilgi üretme yeteneği’ benzeri faktörlere bağlamayı tercih ediyorum.
Her meslekte olduğu gibi sizin mesleğinizin de zorlukları illaki vardır. Nedir bu zorluklar bize biraz bahsedebilir misiniz?
Evet bugün akademisyen olmanın da bazı zorlukları var. Bilgiye erişimin ve bilgiyi paylaşımın kolay bir duruma gelmesi sadece pozitif etkiler getirmiyor. Beraberinde bazı zorlukları da getiriyor. Herkesin bilgi paylaşımında bulunması yararlı gibi gözükse de, ‘bilgi kirliliği’ ve ‘yanlı bilgi paylaşımı’ gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, sağlıklı bilgiye erişim ve tez/ödev benzeri çalışmaların orijinalliğini tespit etmek giderek daha da zorlaşıyor. Kısacası, bilginin bu kadar hızlı ama sorumsuzca paylaşılabildiği bir dünyada, doğru bilgilere ulaşabilmek ve onları öğrencilerimize aktarmak, giderek daha fazla dikkat ve uğraş gerektiren bir meslek duruma geliyor.
Ekonomi alanında kariyer düşünen arkadaşlarımıza ne gibi tavsiyeler verebilirsiniz?
Sadece Ekonomi değil, genel olarak İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) mezunları için bazı tavsiyelerim var. İşsiz kalma riskinin fazla olduğu bir alanda lisans eğitimi aldıklarını dikkate alarak, birinci sınıftan başlamak üzere sıradan bir İİBF mezunu diplomasına ilave yetenekler kazanmaya gayret etmeliler. Kamuda iş bulmak isteyenler için KPSS sınavlarına hazırlık, özel sektör düşünenler için yabancı dil ya da bilişim yetenekleri gelecekte onları diğerlerinden farklı kılacaktır. Ya da yüksek lisans/doktora benzeri bir lisans üstü eğitimine başlamak, onları akademisyenlik benzeri nitelikli bir iş sahibi yapabilir. Bunların hiç biri ilgilerini çekmiyorsa, geriye girişimcilik yeteneklerinin ön plana çıktığı ve kendi işlerini kurmalarını gerektiren iş alanları kalıyor. En önemlisi, üniversite öğrencilerinin ilk olarak ‘ben ne olmak istiyorum?’ sorusunu kendilerine sormaları ve aile/çevre baskısı olmadan bu sorunun cevabını bulmaya çalışmaları.
Teknolojiyle aranız nasıldır? AKINSOFT’un yakın zamanda hayatımıza dahil ettiği garson robot ADA hakkındaki fikirlerinizi öğrenmek isteriz?
ADA hakkında inanın ki hiçbir bilgim yok. Eğer bir garsonun işlevlerini robota yaptırmayı mümkün kıldıysa, bu harika bir yenilik!